Kapılar, ardına kadar açık olmasa da çıkabilmeyi başarmalı insan.
İstanbul’un kapıları... Edirnekapı, Topkapı, Ahır Kapı ve diğerleri. Bir zamanlar İstanbul’un girişleriymiş onlar. Girilen her kapı aynı zamanda çıkışta olmuş. İstanbul’da yıllarca savaşlarda olmuş elbet ve surlarla donatılmış kentim kimseler girmesin diye kapılar ve duvarlar çekilmiş. Peki, savaş istemeyen yürekler nerden, nasıl çıkacak bu şehirden? Bugün surları defalarca katlayarak aşmış bir İstanbul, yürekleri aşmış barış sesleri ve yaşamları kitleyen kapılar… Masada oturmuş bunları yazarken spikerin sesinin kulağımdaki çınlaması. 99 bin Suriyeli mültecinin Güney kapılarımızdan (Cizre, Girmeli, Şenyurt, Cilvegözü, Akçakale) Türkiye’ye girdiğini söylüyor. Kapılarımıza ulaşmışlar! Belki de diğerleri evlerinin kapılarına kilit vurup vatanlarını terk etmemek için aileleriyle beraber acımaya devam ediyorlar. Çünkü hayatlarının önünde kapitalizm gibi acımasız bir kapı-duvar var.
Kapılar girmeyelim diye mi, çıkmayalım diye mi yapılmış acaba?
Tarihi kapılar hep ilgimi çekmiştir. Çırağan Sarayı’nın önünden geçtim. Devasal kapısının neyi koruduğunun farkındayım tabi ki ama bir Anadolu köyündeki eski evlerin kapılarındaki kilitler neden bu kadar büyük hiç anlamış değilim. Bir cevabım var aslında gerçek midir bilmiyorum ama bu cevap benim doğrum ve beni mutlu ediyor. Evler o kadar değerli olmasa da içindeki duygular değerli… Duygular dışarı çıkmasın ve hanenin kutsallığına kimseler dokunmasın diye büyük kilitlere sahip kapılar.
Thomas More (İngiliz filozof) ‘Ütopya’ adlı eserinde muhteşem bir dünya tasarlar. Evler herkesin ortak mülkiyetidir. Tüm evler aynı düzende, aynı oda sayısında yapılmış ve aynı eşyalarla donatılmıştır. Evlerin yerleri halka haksızlık olmasın diye 10 yılda bir kura ile değiştirilir. Evlerin hiçbirinin kapısında ve penceresinde kilit yoktur. Çünkü çalınacak kadar değerli bir eşyası yoktu ütopyadaki bu insanların. Herşey, herkes eşittir. Bir de bugün yaşadığımız evleri düşünün, kale kapısı kadar büyük kapıları olmasa da evlerimizin kale gibi sağlam kilitleri var. Korunmasızı korumaya çalışmak için. Hâlbuki Anadolu’nun kapıları kutsalı korumak için yapılmıştı.
Ah birde el kapıları var ki, ele elalem oluyorsun…
DAVET
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
Yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim…
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim...
Nazım Hikmet Ran
Avrupa’nın göbeğinde (çok Avrupalı oldukları için) uzun yıllar acılara perde olmuş bir duvar… Evet, tahmin ettiğiniz gibi Berlin duvarı... Halkları, insanlığı, kapitalizm ve komünizmi ayıran soğuk savaşın derin dondurucu etkisi yaratan duvarı…
Çocukluğumun derin dondurucusunu ben Sultanahmet’de yaşadım. Yıl kaçtı hatırlamıyorum, günlerdense şok günüydü. Yengemi ve kuzenimi ilk kez görmüştüm o sabah. Doğu Berlin’den bir günlüğüne İstanbul’a gelmişlerdi. Kuzenim benden bir yaş büyüktü. Ailecek, yengem Monica ve kuzenim Stefan’a Sultanahmet’i gezdirdikten sonra hep beraber yemeğe oturduk. Geleneksel yemeğimiz döner ve artık geleneksel bir içecek haline dönüştürdüğümüz kolaydı menümüz. Kuzenim hayatında ilk kez içtiği kolanın sarhoşluğuyla ikinci bir kola isteyince, bu görüntü benim ruhuma cuk diye oturdu. Yengemin -ki bir anaokulu öğretmeni- ona attığı tokadı ve Almanca söylediği -ne anlama geldiğini o an için anlamadığım ama hissettiğim- sözler benim işitme engelim oldu. Stefan’ın minik bedenindeki yankısı bende eko şeklinde yıllarca yankılandı. Belki de o günden belliydi sistemleri reddedeceğim. Gözlerinde kolayla başlayan ama çok derinden geldiğini bildiğim bir istek vardı. Yasaklanan hayatına duyduğu öfke kolaya duyduğu özlemden çok daha büyüktü. Yengemin Almanca tehditlerinden öylesine korkmuştum ki ne kolamı Stefan’a verebildim ne de içebildim. Hatta o an kolanın hiç var olmamış olmasını bile çocukça dilediğimi hatırlıyorum. (Hala da dilerim.) Yıllar sonra yengem Türkçeyi öğrenince bir gün cesaretimi toplayıp sordum ona titreyen sesimle ‘Neden!’, önce anlamadı ‘Sultanahmet’ diyebildim o da anlatmaya başladı. Cevabı benim onunla aramdaki tüm duvarları yıkıp, sonraki hayatımıza yeni bir kapı açtı. ‘Yaşadığımız yerde (Doğu Berlin) her şey sınırlıydı o yıllar kolayı hayatında ilk kez içmişti Stefan ve çocuklarının isteklerini yapamayan annelerin acısını çok iyi biliyordum. Bunun için onu bir kez acıttım ki daha çok acımayalım diye’, sonuna kadar haklıydı. Alıştığı bir şeyden nasıl vazgeçerdi ki bir çocuk. Tarihimdeki olaydan kısa bir süre sonra yengem ve Stefan yasal olmayan yollardan Batı Berlin’e girdiler. Artık bolca kola içiyor.
Özgürlüğüne mi sevinsem, eşit olamamasına mı üzülsem (Komünizm’den Kapitalizme geçiş süreci) hala karar vermiş değilim.
Şimdi tüm bu kapıları bırakıp, gönül kapınızı açın derim. Açıl susam açıl…