Sayın Başkan Cennete Giderse… - Ercan Buber

Sayın Başkan Cennete Giderse…


Kan ter içinde uyandı sayın başkan, yatağı sırılsıklam olmuştu terden: “Bir bardak su ver hanım, içim yanıyor” dedi…

Hanımefendi biraz şaşkın, biraz ürkek baktı eşine: “Sahurda yediğin hurmalar…” diyecek oldu, toparladı kendini: “Niyetlisin ayol, ne suyu? Hiç yapmazdın böyle, hasta mı oldun yoksa?”

Doğruldu sayın başkan, yatağın kenarına oturdu. Neler olduğunu hatırlamaya çalıştı. Dudakları titriyordu: “Dede” diyebildi sadece, “Aksakallı dede”…

“Yoksa aksakallı dede mi geldi rüyana?” diye sordu hanımefendi. Heyecanlanmıştı: “Ey güzel Allahım, bu günleri de gösterdin ya bize, şükürler olsun sana!”

 

Sayın başkan, en kıymetlisi, gözünün nuru hanımefendiye belki de ilk kez sesini yükseltti: “Bi sus hanım, bi kendime geleyim”…

Hanımefendi, sayın başkanın alnını yokladı, ateşi normaldi: “İyi misin?” diye sordu, yüreğinden süzülüp gelen tüm sevgisiyle…

Biraz kendini toparlayan sayın başkan: “Aksakallı dede geldi” dedi. “Elini uzattı bana, seninle bir yolculuğa çıkacağız dedi, cennette dolaşacağız birlikte”…

Sevinç gözyaşları akarken hanımefendinin gözlerinden, dualar dökülmeye başladı dudaklarından.

Sayın başkan derin bir soluk aldıktan sonra devam etti: “Sonsuz bir maviliğin üstünde uçmaya başladık dedeyle. Kâinat altımızda küçüldükçe küçüldü. Sonra yemyeşil ormanların üstünde bulduk kendimizi. Cennet ormanlarıydı bunlar, yeşilin tüm tonlarının ahenkle birbirine sarıldığı.”

Gözleri nemlendi sayın başkanın. Hanımefendi, elindeki ipek mendille eşinin gözyaşlarını silerken mutluluktan titriyordu…   

Sayın başkan boşluğa bakarak devam etti: “Bu mukaddes yeşil örtünün, ulvi bir mavilikle buluştuğunu gördüm. İlkin çok şaşırdım. Bu öylesine bir mavilikti ki, turkuazdan laciverde tüm tonlar huşu içinde dalgalanıyor, yeşile yaklaştıkça secde ediyorlardı. İkisinin arasında ise zaman zaman sarıdan turuncuya çalan bir sınır beliriyordu; bazı yerlerde ince ve derin, bazı yerlerde ise sahra gibi göz alıcı ve engin. Aralarda pek de anlayamadığım grilikler, siyahlıklar, beyazlıklar da vardı leke gibi. Ancak ziyadesiyle yükseklerdeydik, hiçbirinin teferruatına vakıf olamadım”

Hanımefendi, sayın başkanın ellerini tuttu, şefkat ve gururla. Gözlerini gözlerinden ayıramıyordu.

“Aksakallı dede elimi sıkıca tuttu ve şimdi seni cennetin en güzel köşelerinden birine indireceğim dedi. Demesiyle birlikte kendimizi yemyeşil bir cennette, altın sarısı kumların üstünde bulduk. Masmavi denizden gelen serin dalgalar ayaklarımızı yalıyordu. Cennette yürümenin saadeti ve şaşkınlığı içindeydim. Şaşkınlığımın nedenlerinden biri, cennettin dünyaya benzemesinden kaynaklanıyordu. Evet, sanki şu an Karamürsel’in masmavi sahilinde  yürüyorduk… Burası cennet olduğuna göre, ilahi bir şeyler olmalıydı. Ayağımı yalayan serin sulara takıldı gözlerim. Aksakallı dedeye belli etmeden, eğildim ve bir avuç suyu hızlıca içtim. İçmemle birlikte boğazım yandı. Bildiğin tuzlu suydu bu, deniz suyu. Şaşkınlığım daha da artmıştı.”

Sayın başkanın şaşkınlığı yüzünün her bir çizgisinden okunuyordu: “Aksakallı dede, cennetin bu en müstesna köşesini nasıl bulduğumu sordu bana. Ne diyeceğimi bilemedim. Bizim Karamürsel sahilinden  hiçbir farkı yoktu, buranın. Dede, sorusunu biraz daha sert bir tonda tekrarlayınca dayanamayıp, çok güzel ama bizim cennet kıyılarımızdan hiçbir farkı yok deyiverdim. Keşke demeseydim… Aksakallı dede hiç de beklemediğim bir şekilde kulağımdan tutup, yukarıya çekiverdi beni. Şimdi ikimizde müstesna köşeyi ve çevresini kuş bakışı görüyorduk. Dede, asasıyla yandaki koya benzeyen bir başka müstesna köşeyi gösterdi. Ama, ama nasıl olabilir böyle bir şey; cennet koyunun tam ortasında betondan kocaman bir yapı var. Nasıl olur böyle bir şey? Cennetin sorumluları, yöneticileri buna nasıl izin verirler?”

Yüzünü ekşitti sayın başkan; o çirkin görüntü gözlerinin önüne gelmişti… Biraz soluklandı ve : “Ben aksakallı dededen açıklama beklerken o tüm sevecenliğini hiddete dönüştürerek;marifetinden memnun musun diye sordu bana. Hiçbir şey anlamamıştım. Benim nasıl bir marifetim olabilirdi ki cennette? Aç gözünü artık adem oğlu diye seslendi bana! Mal da yalan, mülk de yalan bilmez misin? Bilir isen derdin nedir? Neden memleketini  cehenneme çevirirsin? Dede mütemadiyen söyleniyordu bana. Peki ama ‘cennet gibi memleket’le neyi kastediyordu?”

Hanımefendinin kanı çekildi sanki, tüm bedeninde bir soğuma hissetti. Ama yine de tüm sevecenliğiyle eşinin ellerini tutmaya devam etti.

Sayın başkan ise yaşam enerjisini yitirmişti adeta: “Burası senin göklerde aradığın cennet değil dedi, aksakallı. Ayaklarının altındaki, değerini hiçbir zaman bilmediğin memleketin dedi, bu cennet… İçim ürperdi bir an, titredim. Doğru söylüyordu dede, Şimdi sana bu cennet memlekete  neler yaptığınızı göstereceğim dedi ve birlikte kıyılar boyunca uçmaya başladık. Altımızdaki yeşille mavinin buluştuğu cennet mütemadiyen devam ediyordu.Ama o cennettin her bir kıyısı ve koyu beton binalarla hançerlenmişti. Apartmanlar ve mantar gibi türeyen evler istila ederken, birbirinden çirkin yazlıklar da kıyıları, ormanları ve hatta dağları tarumar etmişlerdi…”

İşler giderek daha da kötüleşiyordu. Hanımefendi endişelenmeye başladı, sayın başkana belli etmemeye çalışsa da.

“Gördüklerim karşısında içim parçalandı. Cennet gibi topraklarımız, kıyılarımız, koylarımız harap olmuş. Haklı olarak kızdı bana aksakallı dede. Gökyüzünde arayacağına cenneti, cennet gibi Karamürseline sahip çık dedi!”

Sayın başkan ziyadesiyle etkilenmişti, aksakallı dededen. Kararlı ve mağrur bir tavırla doğruldu ve “Bana bu işlerle ilgilenen yetkilileri çağırın” dedi.

Kargaların henüz kahvaltılarını yapmadıkları bir saatte, sayın başkandan gelen bu davete pek de anlam veremeyen yetkililer, şaşkınlıklarını gizlemeye çalışarak çıktılar yanına…

Sayın başkan her iki yetkiliyi'de süzdükten sonra hiçbirini hedef almadan, tüm açıklığıyla ortaya döktü meseleyi: “ Beyler, kıyılarımızın, çarşımızın ne durumda olduğunun farkında mısınız? Her yer betona boğulmuş! Yok aparatman, yok yazlıktı… Nedir bu rezillik yahu?

Toplumsal hassasiyeti ve entelektüel birikimiyle dikkat çeken yardımcı, meseleyi derhal kavramış ve bu minval üzere sayın başkana rahatlatıcı açıklama yapma gereği hissetmişti: “Saptamalarınızın hepsi doğru efendim. Kıyılarımız tam anlamıyla betonun istilası altında. Ama bunun sorumlusu biz değiliz. 2011 den sonra  ivme kazandı bu talan, tıpkı İspanya’da Franco döneminde olduğu gibi…”

Sayın başkan merakla sordu: “İspanya’da ne olmuştu?”

“Efendim, faşist diktatör Franco, İspanya’nın tüm kıyılarını yabancılara peşkeş çekip, cennet gibi sahillerin fütursuzca betonlaşmasına yol açmıştı” dedi, toplumsal hassasiyeti ve entelektüel birikimi olan yardımcı…

“Sonra ne oldu?” diye sordu, sayın başkan.

Bakan, tüm hassasiyetini koruyarak aydınlattı başkanını: “Franco döneminde gerçekleşen bu yapılaşma, rejim normale dönünce bütünüyle yıkılarak temizlendi. İspanya kıyıları, eski doğal görünümüne kavuştu. Yabancıların talanı da engellenmiş oldu.”

Diyer yardımcı, hararetle konuya daldı: “Mümkün değil efendim, mümkün değil. Biz hiçbir yapıyı yıkamayız. Çünkü biz yıkıcı değil, yapıcıyız. Haksız mıyım efendim?”

Yapıcı yardımcı hararetine aldırmayan sayın başkan: “Sen ne diyorsun bakalım, hassas yardımcım? Nasıl yıkarız bu kadar binayı?”

“Haklısınız efendim” dedi diğer yardımcı: “Bu yapılaşma 2011 döneminde başladı ve sonrasında da hiç hız kesmeden devam etti.  Çözmek mümkün değil. Büyük İskender’in yaptığı gibi kılıçla kesebiliriz ancak!”

“Kılıçla mı” diye sordu sayın başkan. Anlayamamıştı, yardımcının çözümünü…

“Gelecek tepkilere aldırmaz, oy kaygısına da düşmezsek bir yasa çıkartıp, İspanya’dakine benzer şekilde çözebiliriz bu sorunu” dedi toplumsal hassasiyeti ve entelektüel birikimi olan yardımcı ve soluk almadan devam etti: “Benim bu konuyla ilgili toplumsal hassasiyeti öne çıkan bir önerim var, sayın başkanım.

Tüm bu boş konuşmalar karşısında kendini zor tutan yardımcı, sayın başkanın yüzündeki tebessüme aldırmadan patlar: “Bizim işimiz ütopyalar kurmak değil, gerçeklerle uğraşmak sayın yardımcı. Şunu unutmayın ki, ekonomimizin lokomotifi inşaat sektörüdür. Çarkların dönebilmesi için yeni yatırımların yapılması şarttır. Daha önce de belirttiğim gibi yıkmak değil yapmaktır bize düşen, sonra da satmaktır tabii ki. Her bir inşaat ekonominin çarklarını döndürür. Üstelik onlarca, yüzlerce insana da istihdam sağlar. Bu dönen çarklardan çimento üreticisi de payını alır, mahalledeki market sahibi de. Ve elbette yurtdışından gelen yatırımcılarımız da bu çarktan alırlar paylarını… Hem biz mülkiyet karşıtı mıyız? Niçin yıkalım efendim? 

Son noktayı koyuvermişti diğer yardımcı… 

Derin bir sessizlik oldu odada… Sayın başkan pencereden gökyüzüne bakarken kendi kendine bir şarkı mırıldandı: “Aynı yoldan gelmişiz biz, Aynı sudan içmişiz biz, Yazımız bir, kışımız bir, Aynı dağın yeliyiz biz / Hadi bir daha, bir daha…” 

 

Hadi bir daha, bir daha bir daha Karamüsel'im…

 

[email protected]

YAZIYI PAYLAŞ!

YAZARIN SON 5 YAZISI