Bindik Bir Alamete Gidiyoz Kıyamete - Ercan Buber

Bindik Bir Alamete Gidiyoz Kıyamete


Bu gün sabah sporu ve kahvaltımın ardından Bağlar pastanesinin karşında sokağın başında uzun,uzun dikildim ve geçmişi düşündüm.

Laf aramızda ben gençken hiç burada sigara yakıp içememiştim :)

Yaktım bir sigara ve boş sokaklara ve üç beş insana bakıp maziye gittim nede güzelmiş yıllar öncesi dedim.

Birde şimdiki zaman geldi aklıma.

Samimi ve gönülden olmanın zorlaştığı zamanlardayız…
Kimbilir ?

Belki de bana öyle geliyor.
Sokakta karşılaştığımız birine “Merhaba” diyemiyoruz.

Tanıdık birini görsek selamlaşmamak için yüzümüzü dönüyoruz.

Konuşmaktan, hal hatır sormaktan kaçınıyoruz.

Sanki bütün dertlerini üzerimize yıkıp gidecekmiş gibi ya da bizde olmayanı ballandıra ballandıra anlatıp, alıngan ruhumuzu bu yükün altında ezecekmiş gibi düşünüyor, konuşmuyoruz, konuşamıyoruz…
Tanımadığımız bir insanla sokakta ya da herhangi bir yerde doğaçlama bir sohbete başlamamız tuhaf ve sıra dışı bir davranış olarak kabul ediliyor.
Belli bir yaşı aştıktan sonra yeni bir arkadaş edinmek bile hayatımzda şaşırtıcı bir gelişme oluyor.
Toplumun ruhunu canlı tutmaya çabalayan dini ritüelleri yaparken bile şahsileşiyoruz.

Bencilleşiyoruz.

Cuma namazlarında yoğunluktan ayakta kalan insanların durumu bizi rahatsız etmiyor. Kendimize yer bulduğumuz için içten içe seviniyoruz. Ramazan ayında yabancı bir insanı alıp evimize iftara götüremiyoruz. Yemeğimizi komşumuzla paylaşmakta aciziz.
İlişkilerimiz samimi ve içten değil… Bunu en iyi kendimiz biliyor ve yaşıyoruz…
Belki de bana öyle geliyor…
Tüketici kredisinin olmadığı bir dünyada  birbirinden para istemekten veya para vermekten kaçınmayan bunu bir paylaşım, bir yardımlaşma ya da bir zaruret olarak gören insanlar yoklar…
-“Ya ödeyemez ise?” diye soran bencil ve şüpheci bir yaklaşıma…
-“Bizi adam bilmiş borç istemiş. Vermezsek  adamlığımıza yazık olur!” diyen mangal yürekliler mazi oldu.…
Veya
-“Yolu neden uzattık baba?” sorusuna muhatap olduğunda,
-“Kasap İrfan var ya şimdi onun dükkanın önünden geçmek olmaz. Borç aldı benden epey de oldu belli ki darda… Şimdi kendimizi gösterir gibi, yakışık almaz…” diyen babalar göçtü gitti…
Bu insani yoksunluk içerisinde kendi kozalarımıza kapanmış bir hayat sürerken, ötekilerin nasıl insanlar olduğuna ilişkin tek fikir edinme yolumuz kitle iletişim araçları…
Bunun doğal sonucu olarak da karşılaştığımız tüm yabancıların katil, dolandırıcı ya da sapık olduklarını düşünüyoruz. Böylece yalnızca tanıdığımız kişilere güvenme alışkanlığımız daha da güçleniyor… Onları da kaybettiğimizde kozalarımızda tek başımıza kalıyor, yalnızlığımızı yaşıyoruz.
Ne bileyim, Belki de bana öyle geliyor…
Toplumun her katmanına sürekli empoze edilen “Başarıya tapınma” fikriyatı, insanları bencilleştiriyor, yabanileştiriyor, yalnızlaştırıyor…
Yaşamda kazanılacak her türlü başarının yalnızca fiziksel olarak hayatımızı sürdürmemiz için gerekli olan maddi kaynakları değil aynı zamanda psikolojik olarak ayakta kalmamızı sağlayan ruhsal gücü  de bize kazandıracağına inanıyor ve öyle yaşıyoruz…
Gönül askıya alınmış, akıl ön plana çıkmış…
Akıl, gönlün çok ilerisinde…
İnsanlar “olması gerekeni” değil, “kolay olanı” tercih ediyor.  Dürüst olması gerekirken bunun kendisine yarar sağlamayacağını hatta zarar göreceğini düşünerek  kolay olanı yani düzenbazlığı, ya da fedakar olması gerekirken bencilliği tercih ediyor… İş adamı ayakta kalabilme adına dürüst davranamıyor, fedekar olamıyor, kolay olanı tercih edip işçiyi kapı dışarı atıyor. Gönül perdelerini kapatıyor, insanlık filmini sona erdiriyor…
Gönülden olmayı yeğleyenler ise;
Hayatlarını, şiir yazarak, köpek veya kediyle dostluk kurup, katıklarını onlarlarla paylaşıyor, çiçek yetiştirmeye yöneliyorlar…
Gece toprağa uzanarak yıldızları seyrediyor, gündüz ıslık çalarak çiçekleri suluyorlar…  Sokakta karşılaştıklarından herhangi birine “Merhaba” deyip, doğaçlama sohbete zemin hazırlıyorlar…
Böylece, egemen normların dışında kalıp, marjinal olarak görülmeye muhatap oluyorlar…
Belki de hayatta bir kez olsun bile ıslık çalıp kendince melodi tutturmamış, bir kez olsun, bir türkü mırıldanmamış, bir kediye veya köpeğe dokunmaktan bihaber  sadece başarıya odaklanmış modern toplum insanına;
Her gece ana haber bültenlerinden sonra, magazin programlarından önce kısa süreliğine de olsa, evrendeki üç septrilyon yıldızı düşünmek için bir sessizlik anı yaşatmak…
İnsanlığı kararan katılaşmış kalplere, sonsuz evren içerisinde bir nokta kadar bile olmadıklarını, virgülün sağındaki sıfırlar gibi değersiz olduklarını hatırlatmak…
Kaçırılan fırsatlar yüzünden duyulan pişmanlığın birleşimiyle oluşan mutsuz ruh hallerini teselli edecek…
Gönül perdelerini aralamaya çok iyi gelecektir.
Ne bileyim, belki de bana öyle geliyor…

[email protected]

YAZIYI PAYLAŞ!

YAZARIN SON 5 YAZISI